Mehmet Fatih ÖZTARSU
Anarşik yapıdaki uluslararası sistemde kendi pozisyonunu belirleme ve buna göre siyaset üretme teorilerini tümden yanlış anlayan Ermenistan kimlik arayışını dış politika saldırganlığı üzerinden sürdürmeye devam ediyor. Bu saldırgan yaklaşım, Ermenistan dış politikasının temellerini büyük ölçüde anlamaya yarayacak bir araç olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü bağımsızlığını başkalarının ihsanıyla elde eden ve hiçbir zaman ülke siyaseti konusunda becerikli kadrolara sahip olamayan Ermenistan, farklı güçlerin himayesi altında kavgacı ve geçimsiz bir yaşam tarzının kendisi için kazanç olduğuna inanan asker-siyasetçiler tarafından yönetiliyor. 1918’de, yine başkalarının ihsanıyla, kurulan Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti’nde de bugünküne benzer geçimsiz siyasetin varlığına şahit olmaktayız.
Kurulduğu ilk günden itibaren Azerbaycan’la Karabağ, Bakü ve Nahçıvan için, Gürcistan’la Lori ve Ahıska bölgesi için, Türkler ile Kars ve Iğdır için mücadeleye girişen ve hepsinden büyük darbeler yiyerek vazgeçen Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti, o dönemde de bugünkü gibi asker-komiteci siyasetçiler yüzünden küçük bir bölgeye hapsolmuştu. 1991’den sonra da doğrudan Azerbaycan’la savaşa giren Ermenistan, tarihi sürtüşmeyi devam ettirmek için Türkiye ile soykırım, Gürcistan ile de “tarihi Ermenistan toprakları” üzerine kurduğu ilişkiler ağının ortasında hareketsiz kalmıştır.
Ermenistan’ın, bağımsızlığının ilk gününden itibaren savaşçı grupların etkisiyle yönetilmesi içeride de büyük sorunların oluşmasına sebep olmuştur. Karabağ’dan asker çizmeleriyle Erivan’a dönenlerin kahraman olarak karşılanması ve bunların siyasi arenaya girerek ülkeyi yönetmeye kalkması bazı batıcı Ermeni analistlerin deyimiyle, “ikinci soykırım”a yol açmıştır. Ülkede istikrar sağlamaya çalışmaktan ve oligarkları beslemeye devam etmekten dolayı sağlıklı bir dış politika üretmeye zaman bulamayan Erivan, asker-siyasetçi rejiminin mantığıyla dünyayı halâ Birinci Dünya Savaşı döneminin gözlükleriyle izlemektedir. Bu yüzden, Sovyet işgali döneminde Bolşevikler’e karşı gelen tüm milliyetçi gruplar baskı altına alınmış ve bir kısmı da savaş pahasına mücadeleye girişmişti. Komünizme karşı olup Avrupa’ya kaçanlar ise Türkiye’yi işgal etme planlarıyla Hitler’e teklifler götürmüş, karşılık bulamayınca Stalin’den başka dayanacak bir lider bulamamıştı. Fakat Stalin de Doğu Anadolu’yu işgal planı hazırlayan Ermeniler’e güvenmeyip hepsini ortadan kaldırmayı tercih etmişti. Yani şartlar ne olursa olsun, inanılmaz bir azimle Türkiye’yi parçalama projesini eksik etmeyen komiteci Ermeni zihniyeti dünyayı yüz yıl geriden takip etmekte ve bugün Kafkasya’da da, uluslararası arenada da sorun çıkarmanın sihirli bir etki oluşturacağına inanmaktadır.
Oluşturduğu her türlü siyasette Woodrow Wilson ve Sevr Antlaşması’na bol referanslar veren Erivan yönetimi Türkiye Cumhuriyeti öncesinde ve Sovyetler döneminde yapılan hiçbir antlaşmayı tanımadığını belirtse de, bu yaklaşımını ASALA terörüne karşı göstermekte cimri davranıyor. Ermenilere göre ASALA, tarihte kalmış bir mesele. Fakat Sevr, halâ geçerliliğini koruyan bir antlaşma…
Hali hazırda Serj Sarkisyan’ın ikinci cumhurbaşkanlığı döneminde iç siyasetteki asker-siyasetçi geleneği yerini yavaş yavaş oligarşi despotizmine bırakıyor. Fakat dış politikadaki şahin duruşta herhangi bir değişiklik sergilenmiyor. Bu yönde, kendi aydınlarına uyguladığı baskılar ve yasaklamalarla, farklı düşünen Ermeniler’in yurtdışındaki toplantılara katılmaları ve özellikle Türkler’le bir araya gelmeleri engelleniyor. Türkiye’nin Ermeniler’le diyalog kurmak için farklı ülkelerde yaptığı konferanslara her türlü katılımı engelleyen Ermenistan, bu programların gerçekleştirildiği zaman diliminde pek çok kişiyi Türkiye ve Azerbaycan ajanlığı suçlamasıyla tutuklayabiliyor. Bu da, halk nezdinde büyük korku meydana getiriyor ve tekrar edilen mağdur psikolojisi tekerlemeleri ülke siyasetinin ana gündemini oluşturuyor.
Ermenistan’ın uyguladığı baskıcı siyaset sadece kendi vatandaşlarına yönelik değil. Pek çok yabancı diplomat, siyasetçi ve aydın da bu despot yaklaşımdan nasibini almakta. Bununla ilgili olarak son zamanlarda yaşanan en büyük skandalı incelemekte fayda var. Moldovalı ombudsman Aurelia Grigoriu kendisine yönelik tehdit ve şantajlardan dolayı Erivan’dan ayrılamamıştı.
Moldovalı ombudsman Aurelia Grigoriu 4 Temmuz 2013 tarihinde Erivan’da düzenlenen Pan-Avrupa Konferansı kapsamında Ermenistan meclisinde yaptığı konuşmada, Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini işgal ederek agresif bir dış politika sergilediğini ve Hocalı’da soykırım gerçekleştirdiğini söyledi. Yaptığı konuşmadan sonra sayısız ölüm tehdidi alan Grigoriu, hayatı tehlike altında olduğu için kaldığı otel odasından çıkamadı. Erivan’dan ayrılması gerektiği halde can güvenliği sağlanmadığı için diğer delegelerle birlikte havaalanına gidemeyen Grigoriu, ülkede Moldova diplomatik temsilciliğinin bulunmayışından dolayı Romanya ve Gürcistan diplomatik temsilcilerinin devreye girmesiyle Ermenistan’dan ayrılabildi. Misafir edildiği ülkede ifade özgürlüğünü kullanmaktan dolayı ölümle tehdit edilen Grigoriu’nun yaşadıkları Ermenistan için büyük bir ayıp olarak tarih geçmiştir.
Grigoriu olayının Ermeni medyası tarafından örtbas edilmeye çalışılması apayrı bir komediye dönüştü. Bazı Ermeni medya organları Grigoriu’nun kendi isteğiyle Erivan’da kalmak istediğini ve mecliste yaptığı konuşmadan dolayı pişman olup özür dileyeceğini, bazıları ise doğrudan provokatör olarak adlandırdığı yabancı misafirin çeşitli sağlık sorunlarının olduğunu belirtti. Konunun dünya medyası tarafından tartışılmaya başlamasını önlemek için harekete geçen Erivan ise agresiflik tonunu artırarak Türkiye’yle ilgili davalarının olduğunu gündeme getirdi. Bu bağlamda, şaşırtıcı bir çıkış yapan Ermenistan Başsavcısı Ağvan Hovsepyan Türkiye’deki Ermeni kilise ve arazilerinin Ermenistan’a bağlanması gerektiğini söyledi. Ermeniler’e ait kilise ve arazilerin Ermenistan’daki Eçmiadzin Kilisesi’ne, tarihi Ermeni topraklarının ise bütünüyle Ermenistan devletine iade edilmesi için çalışılacağını belirtti. Toprak sorununun sadece Türkiye ile ilgili olmayıp, Nahçıvan’ın da en kısa sürede Ermenistan’a bağlanması gerektiğini belirten Hovsepyan bu konuda Ermeni hukukçularının canla başla çalıştığını ve Ermeni milletini yok olmaya mahkûm edenlerden hesap sorulacağını açıkladı. Bir anda bu skandalı örtmeye çalışan Ermeni yetkililer, yayın organlarında 1915’le ilgili trajedik öykülerin ve Türkiye’nin baskı politikasının yer aldığı haberlerin yayılmasını sağladı. Hatta TOKİ’nin tarihi Ermeni evlerini yıkarak yeni yaşam alanları oluşturduğu dahi ana gündem maddesi haline getirildi. Kimsenin oturmadığı ve sahibi olan Ermeniler tarafından dahi yıktırılan evlerle ilgili mağdur edebiyatı oluşturuldu. Bu, saldırgan iken mağdur psikolojisine bürünmenin en güzel örneklerinden biriydi.
Ermenistan’ı, içinde bulunduğu çıkmazdan kurtaracak olan tek yol mevcut asker-siyasetçi yönetimin sahneden çekilmesi ve ağırlıklı olarak Batılı değerleri benimseyen genç kadroların ülke yönetimine gelmesidir. Ayrıca diaspora kökenli ve komiteci zihniyeti destekleyen kişilerin bu süreçte yer alması da bilindik türden siyasetin devam etmesine sebep olacaktır. O yüzden Ermeni halkının çok iyi bir tercih yaparak, kendisine giydirilen deli gömleklerinden kurtulması şarttır. Bu hem Ermeni halkının hem de bölge halklarının selameti için gereklidir. Gerekli değişimler, Ermenistan iç ve dış politikasının da sağlıklı bir kimliğe kavuşmasını sağlayacaktır.